Son altı aydır, Biden’ın Amerikan Başkanı olmasıyla birlikte yaşanan gelişmeleri izliyoruz. “Bizim çocuk bina okur, döner döner yine okur” misali aynı şeyler tekrarlanıyor. PYD/YPG’ye destek verilmesi, F-35 Projesinden dışlanma, S-400’e izin verilmemesi, Doğu Akdeniz’deki hakların tanınmaması, Libya’daki duruma destek verilmemesi, Ermenilerin soykırım ifadesi ile desteklenmesi…..Sorunlar saymakla bitmiyor. Uluslararası denge ve Türkiye’nin bu yeni dengedeki konumu henüz şekillenmedi.
Biden geldiğinden bu yana bazı önemli adımlar attı. Bu adımları Türkiye sıkı takip ediyor ve yeni krizler çıkmamasına özen gösteriyor. Biden, Amerika’nın hızla geriye doğru giden itibarını toparlamak ve yeniden Batı’nın liderliğini yapabilmek için daha kurumsal işler yapmaya çalışıyor.
Önce Avrupa’yı yanına alma yönünde adımlar attı. Rusları ve Çin’i hedefe koyarak gerilim alanları yarattı. Ukrayna’yı ön plana çekerek NATO’nun önemini ve misyonunu hatırlattı. Böylece Avrupa’yı ve Türkiye’yi yanında görmek istedi.
Diğer yandan İngiltere ile de uyumlu politikaları önemsiyor. İçerde Johnson’ı uyduruk bir soruşturma ile sıkıştırırken sermaye gruplarıyla ittifakı yeniden kurmaya çalışıyor. Trump döneminde İngiltere’nin devre dışı bırakılmasından kaynaklı sorunları düzeltiyor. İngiltere’nin, “savaş yerine piyasa ekonomisinin haritasının genişlemesi ve kapitalizmin kölesi olarak kullanılan demokrasinin ön plana çıkarılması” görüşü adeta geri dönüyor.
Amerika bu aşamada, Ortadoğu’daki eski senaryoları ertelemiş görünüyor. Önceliği ekonomiye vererek Çin karşısında güçlü bir blok oluşturmayı hedefliyor. Böylece içerdeki ekonomik ve siyasi çalkantıları da kontrol altında tutmayı planlıyor. Bu nedenle Avrupa, İngiltere ve Türkiye’yi yanında tutmanın önemini kavramış görünüyor. Yeniden demokrasi diyor. Demokratik ülkelerin artması ve bu ülkelerin birbiriyle irtibat sağlayarak bütünleşmesi hedeflerinden bahsediyor. Burada bir hatırlatmada yarar görüyorum. Amerika demokrasi dediğinde bu kaos olarak ortaya çıkmaktadır. Demokrasinin genişleyip bir bütünleşme sağlaması da bu bağlamda kaosun birbirini tetikleyerek yayılması anlamına da gelebilir. Zira en son Condolisa Rise Ortadoğu’da demokrasiden bahsettikten hemen sonra Ortadoğu kaosa sürüklenmişti ve hala bu kaos devam ediyor.
Amerika’da demokratların iktidara gelmesi, sanki bu kargaşayı dondurmaya neden olacak. Dengelerde İngiltere etkisi yeniden arttı. İngiltere demek; daha yumuşak, daha yavaş, daha derinden, daha görünmez ve daha etkili yöntemler demektir. İngiliz yaklaşımı, bir eylemden çok usulü ifade eder.
Biden iktidarıyla birlikte Batı NATO çatısı altında tekrar toplanıyor. Ancak Biden NATO’nun tek başına birlik ve beraberlik için yetmediğinin farkında. Irak’a Papa’yı göndererek havayı yumuşatma girişimlerinde bulunuyor. Katoliklerin kadim dostu olan Şiilik akımını yeniden canlandırmaya çalışıyor. İran ve Irak’taki Şii toplumlarla sıcak ilişkiler geliştiriliyor. Türkiye yalnızlaştırılarak terbiye edilmeye çalışılıyor.
Türkiye’nin ABD’ye karşı kullandığı İngiltere dostluğu elinden alınıyor. Türkiye koca bir ittifakın küçük bir aparatı pozisyonuna sokulmaya çalışılıyor. Daha önce üzerine artık dar gelen eski elbiseleri hala giymeye zorlanıyor. İşte sorun burada başlıyor.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın tavır ve davranışları iyi incelendiğinde aslında Batı’ya ne demek istediği okunabilir:
Türkiye en azından bölgesinde ve etrafında söz ve güç sahibi bir ülke olarak kabul görmek istiyor.
Türkiye sahte sevgi gösterileri değil, saygı ve itibar istiyor.
Türkiye artık verilen ihaleleri yerine getiren taşeron ülke olmadığının kabullenilmesini talep ediyor.
Türkiye oturduğu masada müzakereci olmak istiyor. Dünyanın tüm büyük güçlerinin kendisini yönetemeyeceğini artık anlamasını bekliyor.
Doğrusu Amerika, bu durumu henüz kabullenebilmiş değil. Hala Erdoğan’dan kurtulacağı günü iple çekiyor. Muhalefeti sımsıkı kontrol ediyor ve Erdoğan sonrası Türkiye’nin yine eski “emredilen, öngörülebilen ülke” olacağını hayal ediyor. Hatırlıyor musunuz ABD’nin Türkiye için kullandığı o meşhur tabiri. “Türkiye’nin öngörülebilir olması önemlidir. Türkiye öngörülebilir ülke olmaktan çıkma yolunda…” vesaire.
Öngörülebilir ülke, yani verilen görevi sorgulamadan, başka yollara sapmadan, tam düşündüğümüz gibi yapan ülke. Ne yapacağı, ne yapmayacağı çok önceden belirlenmiş ülke. Daha Türkçesini söyleyeyim. Kafasına göre, aklının estiği yöne giden bağımsız bir ülke olmamak demek öngörülebilir ülke demek.
Amerika öngörülebilir ülke olmaktan çıkmış olmamızı henüz kabullenmiş değil. Geri dönüş için hala ümitleri var.
Çember daraldıkça Türkiye yeni alternatifler geliştiriyor. Rusya’yı karşısına almadan NATO’yu oyalamak, ABD’yi karşısına almadan Avrupa ve İngiltere ile iyi ilişkilerini geliştirmek, ÇİN ile ekonomik ve ticari ilişkilerini yavaş adımlarla yürütmek… Bütün bunları yaparken de etrafındaki ittifak ağını genişletmek. Bir yandan Çin ile Swap anlaşması yaparken diğer yandan Fransa ile sıcak ilişkiler kurmaya çalışıyor. Yunanistan’ın AB ülkeleriyle arasını bozmasını engellemeye çalışıyor. Mısır ile diyaloğa geçerek Doğu Akdeniz’de Libya avantajını genişletmeye ve kalıcı hale getirmeye çalışıyor. Azerbaycan ile anlaşma yaparak hem ABD hem de Rusya karşısında güçlü durmaya gayret ediyor.
Peki tüm bunlar yaşanırken bizler vatandaş olarak neredeyiz? Sosyal medya başında. Bu süreçleri sona erdirmek için iktidarı devirmeye odaklanmış senaryoları merakla izliyor, mal bulmuş mağrib gibi her söylenene balıklama atlıyoruz. Ülkenin verdiği mücadeleden vatandaşı koparmaya çalışanlara prim vermemek gerekir.
Yeri gelmişken itiraf etmek gerekir ki ABD’nin gazıyla Irak’tan sonra Suriye’ye müdahale sürecine direnmeliydik. Şu anda Türkiye’nin çıkmazda olduğu en önemli alan Suriye. Türkiye sözünü aldığı Kuzey Suriye’de bile tam anlamıyla güvenliği kontrol altına alamadı. Tıpkı Irak’ta olduğu gibi menfaatlerinin üzerine çökenler Türkiye’yi yine unuttu. Türkiye sınır güvenliğini yine kendi harcamaları ve verdiği savaşlar sonunda alabildi.
Bugün itibariyle, hem 1 Mart Tezkeresinin hem de ABD ile birlikte Suriye’ye demokrasi getirme projesinin yanlış olduğu ve nihayetinde silahın Türkiye’ye doğrultulduğu görülmüştür. Etrafımızdaki ülkelerle aramızın bozulması da cabası. Sonuçta Rusların sıcak denizlere inme süreci sonlandırılamamış, PKK terörü yok edilir gibi gösterilerek yeni ve daha kapsamlı bir yapı olarak karşımıza çıkmıştır. ABD ise Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de yeni müttefik gruplar ve menfaatler elde etmiştir.
Şimdi Suriye bataklığından çıkışın çaresi çok daha zordur. Suriye, Rusya ve İran ile bir şekilde anlaşarak PYD/YPG yapısının özerk de olsa bölgede devletleşmesini engellemek şart. Bu yapı kabul edildiği an, zaman içerisinde Irak’taki özerk yapı ile anlaşacağı, bütünleşeceği ve hem Suriye’yi, hem İran’ı, hem Rusya’yı hem de Türkiye’yi tehdit edeceği muhakkaktır.
Bu aşamada PKK’yı bitirmekle avunamayız. PKK’nın bitmesinde bizim başarılı operasyonlarımızın büyük payı var. Ancak PKK sıkışınca ABD’ye teslim oldu ve PYD/YPG yapısının içine dâhil oldu. Şimdi bu yapıda istenmeyen ya da dâhil olmayanlar temizleniyor. Tek tesellimiz ülke içindeki terörün umudunu kaybetmesi ve Suriye ve Irak’ta gelecek aramasıdır. Ancak bu terör hareketine oralarda da göz açtırmamak, çeşitli ittifaklarla onları orada da boğmak hedefimiz olmalıdır. Aksi halde iktidar değiştiğinde yeniden Türkiye’ye yeşilleneceklerdir.
Tüm bunlar değerlendirildiğinde; Türkiye’nin küresel güçlerle ilişkilerini bir seviyede tutup bölgesinde hedef odaklı ittifaklara girişmesi çok doğru bir çıkış yoludur. Azerbaycan, Mısır, İran, Pakistan, Suriye, Irak ve Libya gibi ülkelerden oluşan bir paktın sağlanabildiğini düşünsenize. Atatürk’ün Sadabat Paktı zamanı geliyor sanki. Hadi hayırlısı.
Kalın sağlıcakla.